14 Eylül 2017 Perşembe

VARANASİ


Varlık ve yokluğun, ölüm ve yaşamın kesiştiği, bildiğini sandığın doğruları sorgulama merkezi. Bunca yollar, onlarca ülke ve gezilip görülen şehirler bir yana, hayata dair biriktirdiğim anılarım ve tecrübelerimin en can alıcı merkezi oldu şu an için Varanasi. Hayat, tecrübelerden ibaret, gezip gördükçe bakış açısı, heyecanları değişiyor insanın. Hindistan’a yerleşeli bir buçuk yılı geçti. Fırsat buldukça karış karış gezmeye çalışıyoruz.
Sevgili Edibe(Eşimin ablası) uzun zamandır bize ziyarete gelme planları yapıyordu. Geliş tarihi ve zamanı belli olunca, onun da görmesi için Varanasi planlarımızı öne aldık. Varanasi Hindistan’ın kuzeyinde. Biz, yaşadığımız şehir Ahmedabad’dan Delhi ya da Mumbai aktarmalı olarak gidebiliyoruz. Genelde seyahat bloklarında okuduğum kadarı ile Varanasi’de bir gün geçirmek yetiyor lakin biz muson dönemi gittiğimiz için riske atmak istemedik ve hazır tatil var 2 gün konaklamalı olarak rezervasyonlarımızı yaptık. Varanasi, Hindistan’ın en eski ve en kutsal yerleşim alanlarından, binlerce yıl önce bölgede yaşanan kıtlık kuraklık halkı talan etmeye başlayınca, tanrılara yalvarıp yardım istemişler, bu dualara ve yakarışlara, cennetten Tanrıça Ganga ‘’Sizlere yardım etmek için geleceğim ama bunu tek başıma yapamam bana yardım etmeniz lazım, eğer tek başıma gelirsem kendimi kontrol edemem ve her yer sular seller içerisinde kalır’’dediği, Tanrıça Ganga’nın bu uyarısına kulak veren Tanrı Shiva’nın ise ona‘’Tamam ben sana yardım edeceğim, sen suyunu alıp yeryüzüne gelebilirsin’’ dediği rivayet ediliyor. Tanrıça Ganga, cennetten Himalayalar’a inmeye başladığında, Tanrı Shiva saçları ile Tanrıça Ganga’nın getirdiği suları tutuyor ve daha sonra saçından bir tel bırakarak Himalayalar’dan başlayan Ganga Nehri, namı diğer Ganj Nehri’nin yeryüzünde canlanmasını sağlıyor. İşte bundan mütevellit Ganj Nehri, Hindu inanışlarında kutsal sayılır. Onlar için cennetten gelen sudur.
Varanasi, tarihte çeşitli savaşlar, istilalar atlatsa da her seferinde küllerinden yeniden doğmuş. Varanasi’de konaklamanın iki yolu var: Nehir kenarında konaklamak ya da 5-6 kilometre içerideki otelleri tercih etmek. Nehir kenarında Varanasi’nin en eski ve en lüks oteli olan Brijrama var bir de Guest House’lar. Brijrama çok pahalı, Guest house’lar da bize uygun olmadığı için (genelde küçük ve hijyen sorunu fazlasıyla mevcud) nehre 5km uzaklıktaki Ramada Plaza JHV’de de konaklamayı tercih ettik. Otelin hemen yanında ufak bir AVM olması yeme içme ve acil durumlar için ideal oldu.
1.GÜN Ahmedabad’dan sabah 7 uçağı ile Delhi’ye, Delhi’den Varanasi’ye iki uçuş yaparak ulaştık. Delhi’den Varanasi’ye gideceğimiz uçakta, son anda bizi bussines yapmaları şahane bir seyahatin bizi beklediğinin sinyallerini verdi. İlk uçuşta mışıl mışıl uyuyan Zülce ikinci uçuşta Cin kesildi ama bussines olmanın verdiği konforla oyun hamurlarına daldı ve anlamadan bitti yolculuk.
Bu arada daha önceki yazılarımda hiç bahsetmediğim bir durumdan bahsedeyim, Hindistan sınırlarında uçak biletlerinizi ve alışveriş yaptığınız fişlerinizi otele dönene kadar asla atmayın. Olmadık noktalarda bilet ve fiş sormak Hintlilerin en sevdiği iş. Örneğin havalimanından çıkana kadar 10 kez bilet kontrolden geçebilir 5 kez güvenliğe girebilirsiniz. Varanasi havalimanı çok küçük. İçerisinde bir kaç mağaza ve 2 -3 büfe tarzı bir şeyler atıştırılabilecek yer vardı. Bu yüzden dönüşte erken gelmeyelim diye konuşarak çıktık. Havalimanı çıkışı ve şehrin içi çarşaflı ve saçlı sakallı adamlarla dolu ilk şokumu bu yönde yaşadım. Bu kadar Müslüman’ın ne işi vardı Varanasi’de. Tabi sonra öğrendik ki hükümet oy toplayabilmek için bu insanları buraya yerleştirip onlara iş olanağı sunuyormuş. Koskoca Hindistan’da çalıştıracak, istihdam sağlayacak başka topraklar kalmamış gibi...Konu sadece Müslümanlarla bitmiyor aslında, hiç görmediysek 4 tane de kilise gördük. Semavi dinler kendilerinden olmayanlar için iş başındalar kısacası. Yine gitmeden bir çok gezi bloğunu karıştırmış ufak tefek tüyolar toplamıştım. Varanasi’de, kendisine spritüal bir yol çizmek isteyenler kadar olayı dolandırıcılık boyutuna kadar çıkaran insanlar da hatırı sayılır derecede fazla. Kimseyle uğraşıp sinirleri en baştan bozmamak adına temiz temiz otelden karşılama ayarladık. El bagajı ile seyahat ettiğimiz için zaman kaybetmeden alandan çıkıp bizi karşılayan otel görevlisiyle buluştuk. Havalimanı ve otel arası 45dk sürdü. Yollar tarladan farksız, şehir kentsel dönüşüme gidiyor lakin henüz dönüşmüş bir tarafını biz göremedik.
Her yer yıkık dökük, sokaklar kirli. Hindistan’da anlamadığım bir durum bu, Agra da böyleydi. Dünyanın yeni yedi harikasından birine ev sahipliği yapıyor lakin şehir sefaletten yıkılıyordu. Belki de bu durum hükümetlerin anlamadığımız politikalarından bir başkasıdır bilemiyorum. Otele vardığımızda girişte hemen ellerinde pooja(dua) tepsisi ile bizi karşılayan bir bayan personel, alınlarımızın ortasına kırmızı boyalardan sürdü (bu bir çakra açma hareketi) ve birer tespih hediye etti.
Böyle tatlı küçük seremoniler insanın enerjisini yükseltiyor. Biz odalara yerleşirken sevgilim daha önceden mailleştiği otelin tur masasına gitti. Ve iki günlük program hazırladılar. Varanasi’de en çok istediğim gündoğumu seremonisiydi. Agra’da katılmamıştık rehberimiz tavsiye etmemişti yoğunluk ve kalabalıktan dolayı meğer kısmet Varanasi’yeymiş. Programımız şu şekilde oldu: akşam 17’de Ganj turu ve Aarti töreni, ertesi sabah 5’te Ganj Nehri gün doğumu, sabah seremonileri otele dönüş kahvaltı ve dinlenme 13’de buluşma Sarnath bölgesi ve önemli tapınakları ziyaret. İki günlük turumuzda nehirde kullanılan botlar ve servis araçları bize özel olacak şekilde rehber ve şoför dahil küçük araç 14000INR. Akşam yemeğini bekleyemeyecek kadar aç olduğumuza karar verdik. Saat 16’da otelin yanındaki McDonald’dan bir şeyler alıp karnımızı doyurduk.
Saat 17’de rehberimizle lobide buluşup yola çıktık. Varanasi sokakları tüm o bloklarda yazılanlar gibi domuzlar ve ineklerle dolu ve kirli, pis hatta korkunç. Hindistan’da gördüğüm ender manzaralara şahit oldum. Bu pisliğin içinde gezmek; o şehri, o kültürü sindire sindire yaşamak değil benim kanaatimce. Onca güzelliği bu rezillikler örtsün istemem, aklımda hafızamda Ganj’da kulağıma gelen Arti melodileri olsun, burnumun ucuna gelen çöp kokuları değil. Bundan mütevellit bulaşmak istemem bu karmaşaya benim Hindistan’ım bu değil. Bu arada domuz ne alaka hala çözemedim, her yer irili ufaklı domuz doluydu Hindistan’da ilk kez karşılaşıyorum.
15 dk bir yolculuğun ardından Ganj tüm ihtişamı ile bizi karşıladı. Kocaman tekneler sahilde bekliyor isterseniz gelip pazarlık yapabiliyorsunuz, grup turlarına katılabiliyorsunuz. Sahil dilek dilemek için hazırlanmış çiçek tabaklarını satan çocuklarla dolu. Gördükleri anda fırlayıp eteğinizde bitiyorlardı. Rehberimiz istiyorsak burdan alabileceğimizi ilerde bulamayacağımızı ve 10Rupi’den fazla vermememiz konusunda bizi uyardı ve bizi bekleyen tekneye yerleşip ufak ufak yol aldık.
Sanki bir rüyanın ortasında gibiydim. Binalar, atmosfer, merdivenler, insanlar... En güzeli de insanlardı. Umutları yitirmeden büyük bir bağlılıkla ve inançla ibadet eden insanlar. Nehir kenarındaki evleri zamanında çok zengin bir aile yaptırmış fakat zamanla evler terk edilmiş buraya yerleşenler bu evlerde kalmaya başlamışlar. Kim bu evlerde kalanlar derseniz rehberimiz canı isteyen herkes dedi. Bir odada en az 20 kişinin kaldığını söyledi. Ganj Nehri’de ne göze batan bir çöp nede koku hissettik. Nehrin sularının rengi ise tarımsal faaliyetler sonucu ve erozyondan dolayı nehre dolan toprak ve dibinin kum olması olarak açıkladı
Nehir turumuzun en can alıcı noktası Krematoryum’un önünde durduğumuz andı. Yaklaşık 20m mesafeden bütün işlemleri izledik. Akıl tutulması yaşadığım an burasıydı. Evet böyle bir yer göreceğimizi biliyorduk lakin bu kadar yakın ve bu kadar iç içe olacağımızı tahmin bile etmiyorduk. Ölmek, gitmek, yok olmak. Bulunduğumuz nehrin kutsallığının farkına varıp yeniden buluşmak. Hisler arası yolculuk bir yerde. Hayatımın en çarpıcı sahnesini yaşadım en tuhaf kısmıysa önümde yakılan 20 kişiye rağmen ne et kokusu ne de kül kokusu duymamızdı.
Nasıl olur deyip deyip durdum. Hindu inanışına göre bu topraklarda yakılıp külleri Ganj’a savrulanlar, bir sonra ki hayata (reenkarnasyon) daha güzel başlayacaklar demektir. Hindu inanışında yakılamayanlar: din adamları, hamileler, çocuklar, cüzzamlılar ve kobra tarafından ısırılanlar (kobra kutsal hayvalar arasında) yakılmadan üzerlerine ağırlık bağlanıp Ganj Nehri’ne bırakılıyorlar. Sadhu denilen dünyevi zevklerden arınmış din adamları ve rahiplerin yakılmama sebebi ise artık reenkarnasyonun bitip Nirvana’ya ulaşacaklarını düşünüyor olmaları. Cenazeler evde hazırlanıp buraya omuzlar üzerinde getiriliyor. Biz ordayken bir sürü cenaze geldi yakılmadan önce son kez Ganj’a girdiriliyor ve son banyosunu bu sularda yaptırıyorlar. Ölünün kadın mı erkek mı olduğunu kefenlerinden ayırt ediliyor. Kadınlar renkli erkekler beyaz kefenlere sarılıp üzerlerine süslemek amaçlı yine renkli kumaşlar koyulur. Ne kadar zenginlik o kadar parlak kumaş demekmiş. Cenazeleri aileden sadece baba, oğul, koca, kardeş yakayabiliyor. Yakayacak kişi kafasını ve vücudunu traş edip Ganj Nehri’nde banyo yapıp bembeyaz kumaşları donanıyor. Her cenazenin önünde gördük bu kişileri ilk ateşi onlar yakıyor. Kokmaması için Sandal ağacından yapılan tütsüleri ve Ghee dedikleri tereyağları cenazenin üzerine boşaltıyorlardı. Eğer kimseniz yoksa orada görevli çalışanlar ilgileniyormuş. Bir cenazenin maliyeti yaklaşık 100-150usd. Bir bedenin tamamen kül olması için 3-4 saate ve 350-400kg oduna ihtiyacı var. Para burada da farklı kılabiliyormuş. Daha çok ödeyip özel bir bölgede herkesten uzakta yakılabiliyorsunuz. Kefenin cebi yok lakin tıpkı bizde olduğu gibi daha güzel bir mezar ya da daha özel bir yakılma yeri sağlayabiliyor. Merak ettiğimiz bir diğer konu ise musonların bu işlemleri etkileyip etkilemediği idi. Krematoryumda bütün alanlar açıktaydı. Rehberimiz (doğruluğu tartışılır elbet) sırf bunu merak ettiği için bir muson vakti 4 saat yağmurun altında beklemiş ve o yanan ateşlerin ne kadar yağmur yağarsa yağsın sönmediğini gördüğünü söyledi. Biz bunları konuşurken bir cenaze daha geldi. Sanırım genç biriydi başındaki kişinin yakarışları halen kulaklarımda.
Bir başka sahnede kimsesi olmayan bir cenazenin görevliler tarafından tavuk pişirir gibi bambu sopalarla özensizce itip kakarak yakmalarıydı öyle ki kafatasının düşüşünü gördük. Bir filmin ortasında gibiydik. Tüm bunlar yaşanırken bir Sadhu gelip önümüzde önce bir köpeği sonra kendisini yıkayıp çıktı ve bütün cenazeleri tek tek dolaştı. Biz orda zaman geçirdikçe hediye paketini andıran cenazeler bir bir diziliyordu, etrafımız tekne dolmaya başlamıştı sanırım burada rahatlıkla 40 dk geçirdik. Her şeyi algılamaya çalıştık. Krematoryum 24 saat aralıksız çalışıyormuş. Nehrin Kenarında iki büyük Krematoryum varmış biz sadece birisini gördük bir de yoksul kesim için 8-9 dolara yakılan elektrikli Krematoryum daha gördük. Zülce Ganj turunda uyudu. Hem bana hem kendine güzellik yaptı. Buraya gelip ölümü bekleyen yaşlılar için belediyenin tahsis ettiği konaklama evleri varmış. Bunu duyduğumda ve okuduğumda çok şaşırmıştım.
Düşününce ama bizim yaşlılarımızda ne kadar hasta ve yaşlı olurlarsa olsunlar kabede ölmek için tüm varlıklarını vermeleri fikri ile aynı aslında, herkes kendi inancının izinde. Ama her gün gözünün önünce yakılan insanlar ve ölümü bekleyiş düşüncede çok ürpertici geliyor. Etrafımızdaki tekneler iyice çoğalınca artık gitme vakti dedik. Bu arada fotoğraf ve video çekmek yasak, uzaktan çekebiliyorsunuz. Sadece cenaze sahiplerine serbest. Ganj boyu bir sürü Ghat dedikleri tapınak kapıları mevcut. Hepsini akılda tutmak imkansız. En ünlüsü Dasaswamedh ve Banaras Ghat yanyanalar zaten akşam saat 19dan itibaren Aarti denilen dua seremonileri yapılıyor. İster karadan izlersiniz ister bizim gibi teknelerin arasına dalıp Ganj Nehri’nin üzerinde. Buraya geldiğimizde kokudan hiç rahatsız olmamamıza karşılık boğazımızda hafif acı bir yanma hissettik. Törenler büyüleyici, rahipler tören sonrası teknelerin üzerinde çakraları açmak için pooja tepsileri ile geziyor.
Zülce uyanıp karanlık çökünce rahatsız olmaya başlayınca ona çizgi film açtık. Böylece herkes mutlu mesut anın tadını çıkarmaya devam etti. Dilek sepetlerimizi suya bıraktığımızda Ganj’a ellerimi soktum. Hayatımda tecrübe ettiğim en yumuşak suydu. Tabiri caizse pudra kavanozuna elimi sokmuş gibi hissettim. Nehrin mistik havası boşa değil yani, insanın hafızasında kalıcı izler bırakıyor. Rehberimiz sokaklarda gördüğümüz sadhuların gerçek olmadığını çok nadir dışarı çıktıklarından bahsetti. Genelde fotoğraflarda poz verenler para karşılığı bu işi yapan dolandırıcı tayfadanlarmış. Gerçek bir sadhu para kabul etmezmiş onlara sadece yemek verebilirmişiz. Bütün günlerini dünyevi zevklerden uzak dua ederek geçirirlermiş. Shiva Tapınağında rehberin anlattığı gibi sadhuya denk geldik köşeye oturmuş dua ediyordu. Orada da fotoğraf çekmek yasak olduğu için gizlenmek için en iyi yer diye düşündüm. Çünkü ben dahil ilk günün ardından yaşadığım her anı kayıt altına almak istedim. Bu durum onlar için çok zor olmalı, neyse ki yerlerini dolduran sahte sadhular işlerini kolaylaştırıyor. Otele döndüğümüzde saat 21.30 geliyordu. Yemek yiyip çıkmak büyük akıllılıktı. Peki bu sürede Zülce ne yaptı ne yedi? Yanıma gelirken kek, kraker, cicbebe, badem, üzüm, ceviz almıştım ayrıca otelin odalar ücretsiz meyve servisi vardı. Bunları yiyip hala beni emiyor olduğu için bol bol emzirdim. Sabahları peynir, yumurta, haşlanmış patates, muz yediği kadar yemediği muzları yanıma aldım. Akşamları da biz ne yiyorsak ona uygun olanları ayıklayıp yedirdim.
Odadaki yatak için de şöyle bir çözüm bulduk :)
2.GÜN Sabah 4 te hazırlanmak için uyandığımda dışarıda sicim gibi yağmur yağıyordu. Telaşla sevgilime bakıp ne olacak dedim, o da hazırlanacağız bakalım rehber ne diyecek dedi. Hazırlanıp saat 5’te lobiye indiğimizde yağmur durmuştu. O an benden mutlusu yoktur sanırım.
Zülce’yi uyurken kanguruya attım ve dönene kadar uyanmadı. Kanguru çok önemli çok!! Bu seyahate bebek arabasını getirmedik ,artık neyin nerde kullanılabileceğini çözdük. Sabah 5.15’te bu sefer bir tapınağın önünde durduk. Vijayamgaran Ghat’tan indik nehir kenarına. Daha alaca karanlıktı dar sokaklardan geçerken, tepemizde maymunlar damdan dama atlıyor, yanımızdan yöremizden din adamları geçiyordu.
Nehir kenarına geldiğimizde alaca karanlık geçmiş insanlar banyo yapıyor ve güneşin doğacağı yöne doğru dua ediyorlardı. Biraz etrafı inceleyip bizi bekleyen teknemize atladık, Ganj Nehri’nin sularını yara yara, ağırdan, usul usul ilerledik.
Hava kapalı olduğu için gün doğumunu yakalamak tamamen aklımdan çıkmıştı görebileceğimizi sanmıyordum. Pür dikkat etrafı izledim. Herkes önce banyo yapıyordu sonra güneşe dönüp bir takım hareketler yaparak ibadet ediyorlardı. Banyo yapanlar, çamaşır yıkayanlar etraf cıvıl cıvıl insan doluydu ama çok fazla tekne yoktu. Yağmurdan dolayı dedi rehberimiz normalde akşamki gibi çok kalabalık oluyormuş.
Aarti melodilerini dinlerken motor sustu. Etrafı izlemek için bekliyoruz sanırken bir anda ufukta güneş belirdi. İnanılır gibi değildi. O havada o güneşi görmek mucizevi bir durumdu bence. Arkada mistik melodiler önümüzde büyülü bir güneş usul usul doğdu. Hayatımda ilk kez buna şahitlik ettim. Gün batımını çok kez farklı farklı coğrafyalarda izleyip büyülenme şansına sahip oldum ama gün doğumu hayatımda ilk kez yaşadığım bir tecrübe oldu. Saat 8 gibi otele dönmeye karar verdik ufaktan yağmur da atıştırmaya başladı
Sabah Ganj’a çıktığımız tapınağa geri döndük. Banyo yapanlar dua edenler ve kendileri için dua ettirenler. Rehberimizin söylediğine göre orada Ganj’a girenleri kutsamak için bulunan kişi bu işi babasından devralmış, babası da kendi babasından, yıllardır babadan oğullara el verilmiş bir işmiş, biz de çakralarımızı açtırıp son kez dileklerimizi Ganj’a buradan uğurladık. Otelde Hindistan’da yapılabilecek en güzel kahvaltıyı yaptık diyebilirim. Bir zeytin yoktu ki ona da alıştım. Kahvaltı sonrası odalarımıza dağılıp buluşma saatine kadar uyuduk. Meğer ne yoruluyormuşuz farkına varmıyormuşuz. Saat 13’de rehberimiz ve arabamız kapıda hazır bekliyordu.
İlk önce Sarnath adı verilen bölgeyi ziyaret ettik. Burası Budha’nın aydınlığa ulaştıktan sonra ilk vaaz verdiği yer olarak biliniyor. Hatta Budha’nın kemiklerinin orada olduğunu düşünüyorlar. Hindu inanışına göre Budha Vishnu’nun 9.reeankarnasyonu olarak kabul ediliyor. İlk gittiğimiz tapınak Mulagandhi Kuti Vihar Temple.
Burası bir Budist tapınağı. Srilanka Hükümeti tarafından yaptırılmış. Sarnath’a en yakın olan Tapınak. İçeride fotoğraf çekmek yasak. Duvarlarında Budha’nın hayat hikayesini anlatan çizimler doluydu. Sarnath ise kocaman yüksek baca gibi bir duvarla çevrilmiş etrafında tavaf eden inananlar doluydu. Srilanka’dan gelen dindarlar buranın bahçesinde geceleyip dualarını edip dönüyorlarmış. Tapınağın içini dışını ve etrafındaki müzeleri gezdik. Bir sonraki durağımız Tibetian Buddhist Monastert. Bütün tapınaklarda olduğu gibi burada da ayakkabı yasak daha sonra sırayla Çinlilerin ve Japonların yaptırdığı tapınakları gezdik.
Bu bölgedeki gezilecek yerler bitince Varanasi’nin en meşhur parçası olan ipek işlemeciliğinin yapıldığı bir atölyeye gittik. Ben ipek bir şal almak istiyordum. Varanasi’de ipek işlemeciliği Müslümanların elindeymiş. Rehberimiz bu sanatı bilen çok az zanaatkar kaldığını fakat bir Hintliye öğretmek istemediklerinden dert yandı. Buna ben de dert yandım çünkü Müslümanlar haliyle hep Ortadoğu ve Türk motiflerini işliyorlar. Çok isterdim Ganesh’li yada Shiva’lı bir motif bulabilmeyi. İpekler başka bölgelerden geliyor işlemeler sadece burada yapılıyor. Tezgahlar çok özel ve ince işçilik istiyormuş ve Hindistan’daki en iyi motifler bu şehirdeymiş. İpekçide alışverişimiz bitince kapıya bir çıktık ki ne olsun 10dk’lık yağan yağmur ortalığı sele suya boğmuş, bulunduğumuz yerden çıkamıyoruz. Etraftan bulunan tahtalarla aracımıza köprü yapıldı öyle binebildik. Nerdeyse dize kadar su birikmiş sokaklarda manzara Venedik’ten farksızdı. Yağmur bir yağıp bir durduğu için programımıza devam ettik.
Sırada Hanuman’ın tapınağı vardı. Daracık sokaklardan geçip gizli bir kapıdan giriyormuşçasına bir ağaçlık alana daldık. O daracık sokak dilenci, çiçekçi bir çok çeşit insan doluydu. Kapıdan bahçeye girdiğimizde ise güvenlikleler burun buruna geldik. İçeriye kamera, telefon sokmak yasak. Didik didik arıyorlar. Kangurunun ceplerini bile kontrol ettiler. Mecbur telefonları girişteki yıkık dökük güvenlik kutularına emanet ettik. Ağaçların arasından yürüyüp ana binaya ulaştık. Etraf maymun kaynıyordu ve Japonya’dan sonra gördüğüm en kalabalık tapınaktı. Tatlısını pastasını alan koşmuş Hanuman’a gelmişti. Ellerindeki yiyecekleri önce sunuyor sonra dua edip geri alıyor daha sonra götürüp konu komşularına dağıtıyorlarmış. Hanuman, aslında bir tanrı değil. Tanrılara çok yardım etmiş kutsal varlık. Biz Hanuman’ı Ramayana Destan’ından biliyoruz. Bali’deki Keçak Dansında da hikayesini izlemiştik. Hindistan’da yaşayan alt sınıf Hanuman’da kendilerini buluyorlar. Ezilenin dostu Hanuman, aslen vasıfsız görünen varlıkların nasıl da ilahlaşa bildiğinin bir göstergesi oluyor ve bu durum için insanın içten içe kendisini tanrılaştırması da diyebiliriz. Yoksul insanların ortak politikası bu. Kendilerine yakın bulduklarına sıkı sıkıya sarılıp, savunduklarıyla kazanan taraf olma, bu hayatta varlık ispatlama hissi ve bu histen dolayı savunulan ideolojiyi ilahlaştırmak. Hinduizm’de Hanuman Tanrı olarak kabul edilmez. Tapınakta gördüğümüz kalabalık ve adanmışlık bu konudaki bütün taşları yerine oturttu. Bu kadar aşkla ibadet çok nadir gördüğümüz durumlar. Ellerindeki son kuruşu da belki Hanuma’na adamaya gelmiş yüzlerce insan vardı. Tapınağın bahçesinde bir de kökleri içiçe geçmiş iki Banyan ağacı vardı. Banyan ağacı, antik inanışlarda ölümsüzlüğün simgesi. Kökleri yerden gökyüzüne uzanıp tekrar aşağı iniyor. Eski savaşlarda askerle bu ağaçlara saklanıp strateji yapmış ve hayatta kalabilmişler. Ağacın kökleri toprak kaselerde yakılmış mumlarla doluydu. İnanışa göre Tanrı bu ağacın içindeymiş. Gerçek anlamda inanarak dokunduğumuzda onu hissedebilirmişiz. Ben dokunup hissetmeyi denedim ama tatlılardan yapış yapış olmuş bir ağaç gövdesiydi hissettiğim.
Hanuman’dan sonra Shiva’nın Tapınağına gittik. Burası Asya’nın en büyük üniversitesi olan Banaras Hindu Üniversitesi’nin ordaydı. Açıkçası o kadar ihtişamlı tapınakları gördükten sonra burası çok sade ve sıradan kaldı. Üstelik burası Shiva’nın şehri olmasına rağmen. Daha görkemli bir tapınak beklerdim. Bahçede iyi bir eş isteyen gençlerin dua edip ip bağladıkları Tulsi ağacı vardı ( Tulsi, Tanrı Vishnu’nun eşlerinden birinin adı bu nedenle evlilik işlerinde popüler) Bu antik çağlardan kalma gelenek hemen hemen bütün inanışlarda var.
Son durağımız Durga Tapınağıydı ama artık çok yorulmuştuk ve acıkmıştık son tapınağı görmekten vazgeçtik. Onun yerine Rudraksha’dan yapılmış tesbih almaya gittik. Rudraksha , Hindu inancına göre kutsal sayılan bir ağacın meyvesinin çekirdeği, kelime anlamı olarak Shiva’nın göz yaşları olarak biliniyor. Rudraksha, kişiye özel olmalı kimse ile paylaşılmamalı ki aradaki mistik bağ tam olarak kurula bilsin. Tıpkı bizdeki kehribar taşının hikmetleri gibi pek çok derde deva olduğu söyleniyor. Üzerindeki 108 boncuk ise Hindu inanışında 12 kutsal rakam sayılır, tıpkı diğer inanışlarda olduğu gibi. Bir tapınağı 12 kere tavaf ederler, bir Sadhu’nun yanında eğitim 12 yıl sürmesi gibi ritüeller vardır. 108 rakamı 12’nin katıdır. İnanışa göre tesbihi aldıktan sonra geleceği etkilemesi için, Pazartesi yada uğurlu olan başka bir gün Shiva tapınağına gidilip Shiva Ling ‘ de 108 kez ‘’Om Namah Shivay’’ zikredilmelidir ve kutsal su ve sütten sunulmalıdır, bu işlemi (yine kutsal sayılan rakam) 9 kez yapılmalıdır. Rudraksha’ları her yerde inanılmaz fiyat farkları ile göreceksiniz. Aldığımız teşbihlerin gerçekliği konusunda rehberimize güvendik alana kadar zaten her gördüğüm yerde dokunup kalite farkını çözmeye çalıştım. Dönüş yolu inanılmaz trafikli geçti ertesi gün yerel bir festival olduğunu söylediler otele dönüşümüz 19.30’u buldu. Akşam yemek için bir gün önceden otelin Tepenyaki restoranında rezervasyon yaptırmıştık. Ama hiç de hayal ettiğimiz gibi bir Tepenyaki değilmiş meğerse, adı Tepenyaki olan bir set menü getirdiler. Yorgunluktan hiç uğraşacak takatimiz kalmadığı için önümüze gelenleri yiyip odalara çekildik.
3.GÜN Pazar günü uçağımız 15.30’daydı. Planımızda havalimanına gitmeden, şu sahte Sadhuları yakından görmek için Dasaswamedh Ghat’a gitmek vardı ama hem bir gün önceki festival trafiği ve havanın gelgitleri bütün planları bozdu. Aksi gibi havalimanına da rehber ve şoförün tembihleri yüzünden erken gittik. Yeni şoför meğer yolların kurduymuş 45 dk geldiğimiz yolu bambaşka bir güzergahtan 35 dk götürdü. Hindistan’da trafiğin bir dakikası öbür dakikasına tutmuyor o yüzden böyle festivalli zamanlarda temkini elden bırakmamak lazım. Havalimanında magnet ve hediyelik eşyalar güvenlikten sonra daha ucuzdu. Gezip gördükçe daha çok netleşti Hindistan’da en çok ihtiyaç duyulacak şey 10 rupi. Bütün çıkan ayakkabılara dönüşte 10 rupi, bütün kilitli dolaplara 10 rupi, sağa sola verilecek bahşişler için ihtiyaç 10 rupi ☺ Yine biten büyülü, mistik bir seyahat geride kaldı. Benimde aklım orda kalmadı desem yalan olur yeni yollar, başka coğrafyalarda görüşmek üzere...